GÖRÜŞ – Cami yasağı Avusturya'nın ırkçılığıyla açıklanabilir mi?

İSTANBUL (AA) -M. TACEDDİN KUTAY- Avusturya’nın almış olduğu birtakım camileri kapatma ve imamları sınır dışı etme kararı Avusturya özelinde ele alındığında ülkenin iç dinamikleriyle bir noktaya kadar açıklanabiliyor. Avusturyalıların ırkçılığa özel bir kabiliyetleri olduğu su götürmez bir gerçek. Bu noktada Almanların dahi ötesinde olduklarına hiç şüphe yok. II. Dünya Savaşı sırasında insanlık suçu işlemiş Nazilerin yüzde kırkının Avusturyalı oluşu, nüfusa oranlandığı zaman, Avusturyalıların bu işi ne oranda sahiplendiğini ortaya koyuyor. Bu özel kabiliyeti Avusturya aklına dönemsel olarak bir “öteki” bulma ihtiyacını dayatıyor.

Bu öteki 19. yüzyılda ülkede yaşayan Çek ve Polonya kökenlilerdi. Çek kökenliler bu dönemde Viyana’da kendi dillerinde gazete çıkartmakta, vakıf ve dernekler kurmakta, kendi dillerinde ibadet etmekte, işsizlikle ve açlıkla boğuşan Avusturyalıların gözlerine batacak şekilde tuğla ve kiremit endüstrisinde çalışmaktaydılar. “Ziegelböhmen” (tuğlacı Çek) hakareti bu dönemde Çekleri aşağılamak için yaygın şekilde kullanılmaktaydı. Johann Nestroy’un “Dünyanın Katmanları ve İlk Katı Üzerine” isimli eseri, bu dönemde Viyana’da hayatlarını sürdüren paralel dünyaları çok güzel ortaya koyar. Çeklere karşı duyulan öfke I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından yükselen Yahudi karşıtlığına yerini bıraktı. Yahudi karşıtlığının ne gibi sonuçlar verdiğini uzun uzadıya izah etmeye lüzum yok. Dünya tarihinin gördüğü en sistematik soykırım Avusturyalıların eliyle gerçekleşti. Bu dönemin sembol isimlerinden Amon Göth bizzat elleriyle beş yüzden fazla Yahudi’yi öldürmüş olmasıyla hatırlanan Viyanalı bir Nazi. Schindler’in Listesi filmini izleyenler, buradaki Amon Göth karakterinin tepedeki villasından Yahudi esirlere rastgele nişan alarak ateş ettiği sahneleri abartılı bulabilir. Ancak Göth’ün komutanı olduğu Plaszow toplama kampından kurtulanların anlattıkları, filmde gösterilenleri gölgede bırakır cinsten.

Bu gibi örneklerden yola çıkanlarımız, Avusturya kimliğinin yeni bir atılım yapmak adına, yeniden bir “öteki” ihtiyacı içine girdiği ve Türkleri bu öteki olarak tarif ettiği çıkarımını yapıyor. Bu hiç de haksız bir çıkarım değil. Zira Türklerin Avusturya toplumu için üzerinden bir şey bina edilen bir öteki olduğu muhakkak. Öte yandan bu izah, Avusturya’nın bütün bir Avrupa’nın ve Avrupa Birliği’nin (AB) önemli bir parçası olduğu gerçeğini hatırlamamızla birlikte askıda kalıyor; bu kararla tam olarak neyin hedeflendiğini anlamamızı sağlamıyor. Zira Avusturya AB’nin önemli bir aktörü olmakla birlikte, özellikle Türkiye’yi doğrudan karşısına alma iradesini kendi iç dinamikleriyle gösterebilecek kudrette bir ülke olarak durmuyor. Avusturya kamuoyunda Türkiye’ye karşı yoğun bir tazyik olduğu ve bu sebeple siyasal iradenin bu tarz radikal hamleler yapmak zorunda olduğu izahı da natamam bir izah. Avusturya aşırı sağdan gelen iç baskılara direnme konusunda eli en az Almanya kadar güçlü bir ülke. Jörg Haider’in 2000 yılında kurduğu aşırı sağ koalisyonun iç ve dış baskılara dayanamayarak görevden ayrılmak zorunda kalışı bu duruma en uygun örneği teşkil ediyor. Öyleyse Avusturya’nın bu hamlesini Avrupa içinde bir bütünün parçası olarak okumak ve analizlerimizi bu yönde yapmak zaruri hale geliyor. Bu analizi emperyalizm üzerinden okumamız bizlere verimli sonuçlar sunacaktır.

– Türkleri belirlenen sınırlara çekmek

Marksist bir okuma bizlere emperyalizmin sadece devletler arasında yaşanan bir güç mücadelesi olmadığını, aksine kapitalizmin tezahürlerinden birisi olduğu gerçeğini gösterir. Sürekli genişlemek ihtiyacını hisseden sermaye, kendisine yeni alanlar bulma ihtiyacı içindedir. Devletler büyük oranda söz konusu sermaye genişlemesi yolunda kullanılan aygıtlardır. Öte yandan II. Dünya Savaşı sonrası süreç hiç şüphesiz emperyalizmin hiç beklenmedik bir boyutunu ortaya koydu. Savaş sonrası yeniden yapılandırılması gereken Avrupa sermayesi, kendi iç dinamiklerini bulmak adına sömürüyü kıtaya ithal etme ihtiyacı içine girdi. Orta Avrupa’nın kalkınmasına katkı sağlayan Türk iş gücü bu bakımdan kolay sömürülebilecek emek sınıfına girmekteydi. Zaten emeğini satmaya can atan Türk’e belli sınırlar çizmek ve bunların içinde yaşamasını temin etmek Avrupa sermayesi ve bu sermayenin aygıtlaştırdığı devletler için hiç de zor olmadı.

Türk’ten yaratılmak istenen şey bir “Homo Oeconomicus”tu: Bu her şartta ekmeğine bakacak, rahat ve müreffeh bir hayat yaşamaktan başka kaygısı olmayacak, bu sebeple evi ve işi arasında oluşturduğu fasit dairesinde idame-i hayat edecek olan bir insandı. Bir araya gelerek açtıkları camiler, marketler vb. Türkler’in Homo Oeconomicus olarak yaşamaları planı içinde birer anlama sahip oldukları için toleransla karşılanmış ve fasit dairenin bir parçası sayılmışlardı. Diğer taraftan Homo Oeconomicus’u Türk’ten yaratmak Avrupalı için son derece konforlu bir şeydir; zira 19. yüzyıl tecrübesi Avrupalı sermaye sahibine bir gerçeği göstermiştir: Alt sınıf yerli işçilerin sendikası, grevi vs. çekilecek dert değildir. Fasit dairesinin içinde yaşayan, üstüne üstlük Avrupa’da çalışmak için can atan ve kendisini buraya kabul ettirmek için her şeyi yapabilecek bir adamdır Türk. Dolayısıyla emeği zahmetsizce sömürülebilecektir. Aslında yaratılmak istenen, Marx’ın tam olarak “gönüllü köle” dediği şeyin modern bir prototipidir. Sözde sendikal hakları olan, ancak bu haklara yönelik en ufak çıkışta bulunamayacak bir kişi, Marx’ın tarif ettiği “emeğini kendi rızası ile satan, dolayısıyla rızası ile köleleşen” bir kimseden başka kimdir? Böylece işçi sınıfı içinde yeni bir sınıf yaratılmak istenmiştir. Bu sınıf izoledir, kamusal alanda anılmak gibi bir hakka sahip değildir.

Roma’da yaşayan Pleblerin isimlerinin olmadığını biliyoruz. Bu kimseler yalnızca Plebdiler. Bir isme kavuşmaları kendilerini konuşur hale getirmişti. Avrupa’da yaşayan Deutschtürken-Austrotürken, yani “Almancılar” da isimsiz olmalıdır ve Almancı olarak adlandırılmalıdır. Bu Almancı, Avrupa’nın siyasetine bir kaç göstermelik örnek hariç asla angaje edilmemeli, siyasette bir temsile sahip olmamalıdır. Türkiye siyaseti ise zaten fasit dairesinde yaşayan bu insan için angaje olunması mümkün olmayan bir sahadır. Türk Homo Oeconomicus olarak kalmalı, asla bir Homo Politicus’a evrilmemelidir. Bu plan üzerinden emperyalizm, kendisini Türkiye’ye gelmeden Türkiye’nin emeğini sömürür şekilde onlarca yıl ortaya koydu.

Türk emeğinin sömürülüyor olması halen değişmiş, dönüşmüş bir durum değildir. Buna mukabil 2000’li yıllar, Türk insanının yavaş yavaş Homo Oeconomicus’tan Homo Politicus’a doğru evrildiği bir süreç olarak tarihe geçti. Avrupa’nın her şehrinde birbiri ardına kurulan STK’lar, peşi sıra yayın yapmaya başlayan Türkçe yerel gazeteler, Türk sermaye sahibi bir sınıfın giderek kendisini daha da göstererek işveren konumuna gelmesi, Avrupa kamuoyunda sesi çıkan bir Türk’ü ortaya çıkardı. Ancak en büyük adım, hiç şüphesiz, Avrupa siyasetine Türk olarak dahil olması mümkün olmayan Türkler’in, yurt dışında oy kullanma hakkı kazanmasıyla atıldı. Türk siyasal partileri Avrupa’da dernekleşti, Avrupa’nın pek çok şehrinde siyasal toplantılar tertip edilir hale geldi. Artık Türk insanı, kendisine yakıştırılan (Emile Zola’nın Germinal’de tasvir ettiği) sadece bir işe sahip olmak ve bunu kaybetmemek tasasındaki işçi olmanın çok ötesinde, bir politize oluş içine girmiş ve biçilen elbiseyi yırtmıştır. Avrupa açısından uzun süredir cevap aranan temel sorulardan birisi, her geçen gün kamusal alanda varlıklarını daha yoğun olarak hissettiren, ancak bu alanda istenmedikleri için paralel bir toplum olarak ortaya çıkan Türkler’in sahip oldukları bu alanın nasıl daraltılacağı sorusudur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın varlığı, Avrupa ülkeleri tarafından bu işte kullanışlı bir argümana dönüştürülüyor. Avrupalı, “gayrimeşru bir siyasal figür ” olduğu algısını sistematik olarak yaydığı Erdoğan üzerinden, Türklerin onlarca yılda elde ettiği kazanımları geri döndürme çabası içinde. Amaç Türkleri yeniden izole bir iş gücü haline getirmek. Ahmet, Mehmet olarak kamusal alanda varlığını ortaya koyan Türk, yeniden “Almancı” parantezine alınmalıdır. İlk öğretimde önü sürekli olarak kesilen, Gymnasium’a gitmesinin önüne engeller çıkarılan ve Politeknik okullarına yönlendirilerek ancak vasıfsız işçi olmaları hedeflenen Türk gençlerinden, bir kuşak sonra yeniden “Almancı” yaratmak amaçlanıyor.

– Siyasi irade marjinal gruplara alan açıyor

Avusturya, Burgenland eyaletleri dışında kalan sekiz eyaletinde Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir ülke. Sayıları 300 binin üzerinde olan Türkiye kökenliler sekiz milyonluk Avusturya Nüfusu içinde önemli bir yekûn teşkil ediyor. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kalma kanun sebebiyle Avusturya’da İslamiyet halen resmi din. Bütün Müslümanları temsil etmesi öngörülen bir kurum (IGG) var ve bu kurumun başında uzun yıllardan sonra Türkler bulunuyor. Buna karşın Avusturya’da yaşayan Türkler cemaatler ve derneklere bölünmüş durumda. Her cemaat ve dernek kendi camiine ve cemaatine sahip. Radikal İslamcılığın giderek yükseldiği ve yayıldığı şayiası üzerine, söz konusu derneklere ve camilere yönelik baskılar 2010 yılından beri sistematik olarak artırılıyor. Öte yandan, hedef alınan ve tartışmaya açılan camilerin ve cemaatlerin Suriye savaşı boyunca bu ülkeye savaşçı gönderilmesinde aktif rol oynayan Selefi camileri olmadığı, aksine özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteren Avusturya Türk-İslam Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Derneği (ATİB) camileri olduğu gerçeği dikkat çekiyor. Oysa söz konusu camiler, Diyanet’in kontrolünde olmaları ve ülkede yaşayan yurttaşlarımızın sosyalleştikleri mekanlar olmaları hasebiyle marjinalliğin kendisine asla yer bulamayacağı kurumlar. ATİB, bünyesinde bulunan ve işbirliği içinde olduğu sivil toplum kuruluşlarıyla, insanımızın taleplerini Avusturya kamuoyunda dillendiren meşru ve ciddi bir kurum. İşin acı tarafı, ülke idarecilerinin de durumun farkında oldukları halde bu kuruma baskı yapıyor olmaları.

Avusturya çapında Selefi çevreler tarafından yönlendirilen marjinal gruplara sürekli oyun alanı açan siyasal idarenin, merkezde yer alan İslami çevreleri sürekli baskı altına alması, sadece söz konusu kurumların Türkiye ile aralarındaki bağla da açıklanamaz. Aksine, yukarıda tartışılan temel kabul, bu baskı sürecinde kendisini her geçen gün daha da ortaya koymaktadır. Kamusal alanda kendisini hiçbir şekilde ortaya koymaya çalışmayan, siyasal kurumları bir muhatap olarak tanımayan ve Avusturya toplumuyla diyalog kurmak gibi bir amaç gütmeyen Selefi çevreler kendi izole yapıları içinde tolere edilerek Suriye’ye sistematik olarak savaşçı göndermelerine göz yumuldu. Mouhanad Khorchide, Ednan Aslan gibi Avusturya kamuoyunun duymak istediği şeyleri dile getiren figürler bu süreçte sürekli olarak ön planda tutuldu. Buna karşın, söz konusu kimselerin savlarının ülkede yaşayan Müslümanlar arasında herhangi bir karşılığının olmadığı aşikar. Aksine, söz konusu teologların ülkede yaşayan Müslümanları birtakım olumsuzlukların kaynağı olarak anmaları, ülkede yaşayan Müslümanların tepkilerini çekiyor.

Buna mukabil, ülkede yaşayan Müslümanların temsilcisi olma özelliğine sahip, siyasal kurumların, partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının muhatabı olan, Avusturya toplumuyla her zaman diyalog geliştiren ATİB, sürekli olarak mesnetsiz iddialarla suçlanır hale getiriliyor. Bu itibarsızlaştırmanın temel amacı, makul talepleri kamusal alanda dile getiren ve siyasal arenada temsil etmeye çalışan çevreleri itibarsızlaştırmaktır. Makul kesimi sürekli baskılanan, sindirilmek istenen ve marjinal olarak sunulan Müslümanlar, marjinal kesiminin tolere edilmesiyle topluca marjinal ve gayrimeşru bir kitle olarak sunulmaya başlandı. Bu söyleme göre, söz konusu Müslümanın kamusal alanda, siyasal arenada meşru karakterlerle yan yana durma hakkı olmamalıdır. Oysa bundan birkaç yıl önce Avusturya’da Müslümanların hakları siyasetçiler tarafından daha yüksek sesle dillendirilmekte, minareli cami yapımı, haftanın belli günleri açıktan ezan okunması gibi konular tartışılmaktaydı. Gelinen noktada, Türkler başta olmak üzere Müslümanların Avusturya’da yaşamalarına müsaade edildiği için minnettar olmaları bekleniyor. Siyasal arenada ve kamusal alanda elde edilen kazanımlar Avusturya kamuoyunca yok sayılıyor.

Avusturya’nın ülkede yaşayan Müslümanlara yönelik izlediği bu daraltmacı politika, orta vadede Almanya başta olmak üzere Orta Avrupa’nın pek çok ülkesinde modellenmesi beklenen bir prototip olarak karşımızda duruyor. Avusturya’da atılan adımların Almanya’da özellikle AfD’nin ve CDU-CSU birlik partilerinin başını çekeceği bir iradeyle modelleneceğini öngörmek kehanet sayılmaz. Aksine Avusturya’yı laboratuvarı olarak gören Almanya’nın, süreci ve reaksiyonları gözlemlediğini görmek gerektir. Almanya 2016 yılının Kasım ayında DİTİB’e karşı başlattığı soruşturma süreciyle söz konusu hamlenin ilk adımını atmıştı. Buna ek olarak, seçim süreçlerinde, ülkede yaşayan Türklerin politize olmalarına mani olmak, toplantılarını yasaklamak gibi uygulamalar, Almanya’nın Avusturya’ya paralel olarak daraltma politikaları uyguladığını, ancak küçük Avusturya kadar radikal adımlar atmadığını bizlere gösteriyor.

Hülasa, Avusturya tüm Avrupa’da sahneye konulacak bir köleleştirme faaliyetinin bayraktarlığıyla görevlendirilmiş durumda. Amaç Türk insanını Avrupa’ya getiren amaca doğru dönmek, insanımızı apolitik bir işgücü haline getirmek, Türkiye ile aralarındaki bağları koparmak, Türk’ü ve Türkiye’yi sömürmek. Yaşanan kültürel bir ötekileştirmeden ibaret değil; maksat, kapitalist sömürü ilişkilerini yeniden inşa etmek.

[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]

ALATURKA AİLESİ ÜYELERİ NE DİYOR?