ANALİZ – Türkiye-Almanya ilişkilerini anlamak: Meydan okumalarla dolu işbirliği

İSTANBUL (AA) -BİRGÜL DEMİRTAŞ- 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına doğru yaklaşırken küresel sistem aynı anda birkaç farklı değişim ve dönüşüm sürecinden geçmektedir. Bir yandan, küresel ekonominin ağırlığı Batı’dan Doğu’ya doğru kaymakta, Asya ülkelerinin dünya gelirindeki payı artmaktadır. İçinde bulunduğumuz 2020 yılında Asya ülkelerinin gayrisafi milli hasılaları toplamının dünyanın geri kalan bütün ekonomilerinden daha fazla olması beklenmektedir.

Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre Asya Pasifik ülkeleri geçtiğimiz yıl dünya ekonomisinin yüzde 47’sine hakimken Batı ekonomileri olarak adlandırabileceğimiz Avrupa ve Kuzey Amerika ekonomilerinin toplamı yüzde 38’de kalmıştır. Üstelik küresel ekonominin Asya’ya kayması ve Batı ekonomilerinin küresel yarışta geride kalma eğiliminin önümüzdeki yıllarda da devam etmesi beklenmektedir.

Bunun yanısıra, küresel ekonomideki ağırlık kaymasının etkisiyle küresel siyasette de baş döndürücü bir değişim süreci yaşanmaktadır. 1990’ların tekkutuplu sistemi yerini “belirsizliklerle dolu çokkutupluluğa” bırakmaktadır. Vladimir Putin liderliğindeki Rusya, sadece yakın çevresindeki eski Sovyet ülkelerinde değil, aynı zamanda Orta Doğu’dan Balkanlar’a kadar farklı bölgelerde de gerek askeri gerekse ekonomik etkisini daha çok hissettirmektedir. Çin ise “Kemer ve Yol” adını verdiği politikayla uzak coğrafyalarda bile ekonomi ağırlıklı yumuşak gücünü her gün daha fazla göstermektedir.

ABD her ne kadar askeri olarak hala en güçlü ülke olsa da, artık rakipsiz bir küresel “hegemon” değildir. Batı-sonrası olarak adlandırılan “yeni dünya düzeni”nde ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı İsrail-Filistin sorununun çözümüne yönelik Orta Doğu planı pek çok bölge ülkesi tarafından ciddiye alınmazken, Libya ve Suriye krizlerinin çözümü için Washington yönetiminden beklentiler minimum düzeydedir.

Rusya ise, özellikle son yıllarda Orta Doğu sorunlarında giderek daha etkili bir aktör konumuna yükselmiştir. Öte yandan, 2003’teki ABD’nin Irak’ı işgali ve 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakı örneklerinde görüldüğü üzere hem Washington’un hem de Moskova’nın uluslararası hukuka aykırı politikaları küresel sistemin geleceğini istikrarsızlığa sürüklemektedir. Büyük güçler, yeni küresel belirsizlik döneminde de uluslararası hukuka aykırı davranmaya devam etmektedir.

Ayrıca, küresel sistemdeki tehditler ve riskler de değişmektedir. Eskinin klasik askeri ve devlet odaklı tehditleri yerini çok farklı tehditlere bırakmıştır. İklim değişikliği, koronavirüs örneğinde olduğu gibi salgın hastalıklar, gelir dağılımı uçurumu, popülist siyasi eğilim, aşırı milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı insanlığın önündeki başlıca meydan okumalardır.

Hem küresel ekonominin hem de uluslararası siyasetin radikal değişimden geçtiği böyle bir dönemde iki orta büyüklükte devlet olan Türkiye ve Almanya’nın ikili ilişkileri, sadece Ankara-Berlin hattındaki etkileşimi etkilememekte aynı zamanda bölgesel ve küresel meselelerin çözümünde de önemli bir rol oynama potansiyeline sahip olmaktadır. Ancak bu potansiyel, aynı zamanda içinde pek çok zorlukları da barındırmaktadır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Almanya Başbakanı Angela Merkel geçtiğimiz günlerde beş gün arayla iki kez yüzyüze görüştü. Türkiye Cumhurbaşkanı 19 Ocak’ta Berlin’de yapılan Libya Konferansı’na katıldı, ardından Almanya Başbakanı günübirlik resmi bir ziyaret için 24 Ocak’ta İstanbul’a geldi. İki ülke arasındaki son dönemdeki yoğun diplomatik temasları nasıl yorumlayabiliriz?

Aslında Merkel’in 24 Ocak ziyaretinin içeriği, Berlin perspektifinden Ankara’yla ilişkilerin kapsadığı boyutlar hakkında fikir vermektedir: İş dünyasıyla görüşme, Türk Cumhurbaşkanı’yla birlikte Türk-Alman Üniversitesi kampüsünün açılış törenine katılma, ikili resmi görüşmeler ve STK’larla bir araya gelme. Tek bir güne sığdırılan yoğun diplomasi trafiği; ekonomiden eğitime, demokrasi ve insan haklarından, Libya ve Suriye gibi bölgesel konulara ve ikili siyasi ilişkilere kadar uzanan geniş bir etkileşim spektrumunu yansıtmaktadır.

Türkiye-Almanya ilişkileri meydan okumalarla dolu bir işbirliği sürecinden geçmektedir. Geçtiğimiz yıllarda kriz boyutlarına ulaşan gerilimli dönemler yaşanmıştır. Farklı siyasi öncelikler ve farklı “demokrasi” anlayışları iki ülke arasında ciddi sorunlara yol açmıştır. Ne var ki iki ülke arasında farklı alanlarda o kadar yoğun bir karşılıklı bağımlılık yaşanmaktadır ki, yaşanan krizleri iki taraf da bir an önce çözmeye çalışmakta, “sessiz diplomasi”yle kısa süre içinde tekrar normalleşme yaşanmaktadır.

Ekonomik ilişkiler açısından bakacak olursak, Almanya, Türkiye’nin birinci ticaret ortağıdır. Türkiye ise Almanya’nın en büyük 17. ticaret ortağıdır. Türkiye tüm ihracatının yaklaşık yüzde 10’unu Almanya’ya yapmaktadır. Benzer şekilde, ithalatının da yüzde 9’unu bu ülkeden gerçekleştirmektedir. Her ne kadar, Alman ticaretinde Türkiye 17. sırada olsa da, Almanya, Türkiye’yle pek çok AB üyesi ülkeden daha fazla ekonomik ilişki gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla, iki ülke arasında en yoğun ilişki alanlarından biri kuşkusuz ekonomidir. Bu bağlamda, Merkel’in İstanbul’daki ilk ziyaretini sabahın erken saatlerinde iş dünyası temsilcilerine ayırması anlamlıdır.

Geldiğimiz noktada bölgesel siyasette de iki ülke birbirleriyle işbirliği yapmaya çalışmaktadır. Burada iki konu ikili ilişkilerin ana gündem maddesidir: İlki Suriyeli sığınmacılar meselesi, ikincisi ise Libya ve Suriye iç savaşlarıdır. Almanya, her ne kadar en fazla Suriyeli sığınmacı kabul eden Avrupa Birliği (AB) ülkesi olsa da toplam rakam 500 bin civarındadır. Türkiye ise 2011’de Suriye iç savaşının başlamasından bu yana 3 milyon 600 bin Suriyeliyi kabul etmiştir.

Almanya’nın temel gündem maddelerinden biri Suriyeli mültecilerin Avrupa sınırlarına dayanmaması ve Türkiye başta olmak üzere göç ettikleri ülkelerde kalmasıdır. 2015’te bir milyonu aşan sığınmacının AB sınırlarına dayanması, hem Almanya hem de tüm Avrupa için “travma” etkisi yaratmıştır. Benzer bir sığınmacı akınının gerçekleşmesi, Berlin yönetiminin en büyük korkulardan biridir.

Sığınmacı dalgası bir yandan, Almanya’da aşırı sağ ve popülist Almanya için Alternatif (AfD) partisini girdiği her seçimde daha da büyük bir siyasi güç haline getirirken, bir yandan da AB üye ülkeleri arasındaki ilişkilerde krizler doğurmuştur. Macaristan örneğinde görüldüğü gibi sığınmacılara kapılarını tamamen kapatmak isteyen AB ülkelerinin sayısı hiç de az değildir. Öte yandan, Britanya’nın AB’den ayrılma kararında da Orta Doğu’dan gelen göç dalgasının hiç de azımsanmayacak etkisi vardır. Dolayısıyla Berlin hükümeti, hem Almanya’nın siyasi düzenini ve istikrarını korumak hem de AB’deki Avrupa şüphecisi eğilimleri sınırlayabilmek için sığınmacıların Türkiye’de kalmasını ve Avrupa’ya göç etmelerinin engellenmesini amaçlamaktadır.

Ancak anlaşılan o ki Türkiye’den yasadışı yollarla Yunan adalarına geçen her bir sığınmacının geri iade edilerek, onun yerine Türkiye’deki geçici koruma altındaki bir Suriyeli sığınmacının bir AB ülkesine yerleştirilmesini içeren 18 Mart 2016 tarihli AB-Türkiye mutabakatının uygulanmasıyla ilgili bazı sorunlar mevcuttur. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin rakamlarına göre 2016’da Türkiye’de Ege adalarına yasadışı yollarla geçen mülteci sayısı yaklaşık 173 bin 500 iken, mutabakat imzalandıktan sonra 2017’de bu rakam 30 bine düşmüş, 2018’de 32 bin 500’e doğru ufak bir yükseliş gerçekleştirirken 2019’da bu rakam ikiye katlanarak yaklaşık 60 bine çıkmıştır.

Alman basınındaki bazı yorumlara göre Merkel’in ziyaretinin asıl nedeni mutabakatı yeniden diriltmek ve Türkiye’den Yunan adalarına yasadışı göç oranlarını düşürmektir. Almanya Başbakanı, Türkiye’nin sığınmacı politikalarını bu bağlamda hayati önemde görmektedir. Bu nedenle, Merkel, İdlib’deki sığınmacılara barınma imkanları sağlanması konusunda yardım yapacakları sinyalini vermiştir. Öte yandan, Merkel’in İstanbul ziyaretinde Türkiye’deki sahil güvenlik ekiplerine eğitim verilmesi konusunda yardım edebileceklerini belirtmesi, göçmenlerin sınırlandırılmasında Türkiye’den beklentilerini yansıtmaktadır.

Günün sonunda, Türkiye-Almanya ilişkileri “jeopolitik” konulara sıkışmış durumdadır. Berlin, Türkiye’yi göçün sınırlanmasında tampon ülke olarak algılamaktadır. Türkiye’nin bölgesel ve küresel siyasetteki konumu, hala Batı’yla onu “tehdit eden aktörler” arasında bir duvar oluşturma rolüne indirgenmektedir. Soğuk Savaş döneminde sosyalizmin Batı’ya yayılmasını engelleyeceği düşünülen Türkiye algılamasının yerini, bugün yeni sığınmacı akınlarını engellemesi ve 3 milyon 600 bin Suriyeli mülteciyi barındırmaya devam etmesi beklenen algılama almıştır. Dünya değişse de, değişmeyen tek şey Batı’nın algıladığı “tehditler” ve Türkiye’nin Batı’yı koruyan tampon ülke rolüdür. Edward Said’in analiz ettiği Batı’nın Şarkiyatçılık anlayışı, farklı versiyonlarda Türk-Alman ve Türk-Avrupa ilişkilerinde devam etmektedir. Mevcut zamanın ruhunda, bir yandan “öteki” olarak görülen, ama yine de işbirliğinin zorunlu olduğu düşünülen bir ülkedir Türkiye.

"Jeopolitik"in ötesine geçilemeyince 2020’nin ikinci yarısında AB dönem başkanlığını devralacak olan Almanya’yla Türkiye arasındaki resmi müzakerelerin gündem maddesi Türkiye’nin olası AB üyeliği olamamıştır. İki taraf da müzakereleri ilerletmek konusunda aşama katetmek ve yeni başlıklarda müzakerelere başlamak konusunda istekli olmamıştır. Her ne kadar Merkel, gümrük birliğinin güncellenmesi konusunda istekli olduklarından bahsetse de Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin ikna edilmesinin önemini ima etmesi bu sürecin de AB içinde ne kadar zorlu olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, gelinen noktada Türk-Alman ilişkileri ortaklıktan ziyade “jeopolitik tehditlere karşı konjonktürel işbirliği” olarak nitelendirilebilir. Tehditler değiştikçe işbirliğinin içeriği ve aktörleri de değişmektedir.

Bunun yanında, bölgesel sorunlar olan Libya ve Suriye iç savaşlarının çözümünde de iki ülke son yıllarda çabalarını ortaklaştırmaya çalışmaktadır. Suriye konusunda Türkiye-Rusya-Almanya-Fransa dörtlü zirvesi ve ardından Libya’yla ilgili olarak Berlin’de düzenlenen zirveye Türkiye’nin de davet edilmesi önemlidir. Bu girişimlerin mevcut sorunları kalıcı olarak çözmede ne kadar etkili olacağı tartışılır olmakla birlikte, uzun vadede büyük güçlerin askeri müdahalelerinden daha anlamlı oldukları aşikardır.

Sonuç olarak, dünya değişirken ve tehditler farklılaşırken orta büyüklükte iki devlet olan Türkiye ve Almanya’nın etkileşimlerini arttırması anlamlıdır. İlişkilerin “jeopolitik işbirliği” düzeyini aşıp kalıcı bir ortaklığa ve güvenlik topluluğuna dönüşmesi şu anki zamanın ruhu nedeniyle mümkün gözükmese de, farklılıklar içinde bile farklı diyalog kanallarının kurulabileceğini göstermesi açısından önemlidir.

[Prof. Dr. Birgül Demirtaş, Türk-Alman Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.]

ALATURKA AİLESİ ÜYELERİ NE DİYOR?