ANALİZ – Avrupa'da ötekileştirmenin pilot bölgesi: Avusturya

İSTANBUL (AA) – KAZIM KESKİN – Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz, AB Konseyi Dönem Başkanı sıfatıyla 20 ve 21 Kasım’da ‘‘Anti-semitizm ve Anti-siyonizme Karşı Avrupa – Avrupa’da Yahudi Yaşamının Güvence Altına Alınması’’ başlıklı üst düzey bir konferans düzenledi. Başkent Viyana’da yapılan ve hükümet ortağı aşırı sağcı parti FPÖ temsilcilerinin davet edilmediği konferansa, davetli olmasına rağmen siyasi kariyerinin dönüm noktalarından birine gelmiş görünen İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da katılamadı. Avusturya hükümetinin öncülüğünde düzenlenen ve Avrupa Yahudi Kongresi (EJC) ile Avusturya Yahudi Cemaati’nin (IKG) de katkı sunduğu konferansın birçok amacının olduğu anlaşılıyor. Katılımcılarının perspektiflerinden bakıldığında farklı olduğu kestirilebilen amaçlar, ne zaman Türkiye ya da Müslüman karşıtlığı Avrupa’da gündeme gelse Türkofobik ya da İslamofobik çevrelerin dillendirdiği, Avrupa’nın Yahudi-Hristiyan geleneğinin vurgulanması noktasında ortaklaştığı görülüyor.

Aynı şekilde bu konferans aracılığıyla, Avusturya’nın Avrupa Müslümanlarının ehlileştirilmesi, bunun olmadığı durumlarda ise ötekileştirilmesi ve bu çerçevede dünyadaki siyonist çevrelerle dirsek temasında öncü rol oynadığını göstermesi de taraflar arasındaki işbirliği imkanlarının araştırıldığı izlenimini vermektedir. Bu noktada konferansa katılamayan Netanyahu’nun göndermiş olduğu video mesajında ifade ettiği, ortak gelecek ve medeniyet için savaştıkları vurgusu dikkat çekicidir. Netanyahu mesajında AB ülkelerine Avusturya ve ismini açıklamadığı altı ülke gibi hareket ederek, ortak bir antisemitizm tanımını kabul etmeleri çağrısında bulundu. Aynı zamanda Netanyahu ile İsrail taraftarı diğer siyonistlerin, konferansın başlığında da ifade edildiği şekliyle siyonizm ile semitizmin (Yahudi taraftarlığı) birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak kabullenilmesinden ziyadesiyle sevinçli oldukları görüldü. Bunda haksız da sayılmazlardı. Başbakan Kurz konferansta yaptığı konuşmada anti-siyonizm ile anti-semitizmi bir madalyonun iki yüzü olarak nitelendirerek sadece Yahudileri sahiplenmekle kalmadı, aynı zamanda tıpkı iç siyaset nedeniyle zor zamanlar geçiren ABD Başkanı Donald Trump’ın yaptığı gibi, İsrail lobisinin desteğini almak amacıyla İsrail’e de göz kırpmış oldu. Kurz konuşmasında, AB ülkelerine de seslenerek, anti-semitizmin bir tanımının yapılması ve anti-semitizm karşıtı ortak bir bildirge imzalanması çağrısında da bulundu.

Bildiğimiz üzere genelde çocuklar ve bazen de sorumluluk duygusu yeterince gelişmemiş yetişkinler yaptıkları hataların üzerini örtmek ya da kendilerine yöneltilen eleştirilerle yüzleşmekten kaçınmak için hedef saptırma amaçlı manipülasyonlara başvururlar. Bazen hatanın kendilerinden kaynaklanmadığını, sebebin bir başkası ya da kendilerinin dışındaki bir olgu olduğunu ifade ederek eleştirileri hafifletme eğilimleri, çok tanıdık olsa da bu tutumları, sorumluluktan kaçmanın dışında aynı zamanda işlenen hatalarda suçu olmayanları da töhmet altına alan adaletsiz bir tutumdur. Bu noktada Sebastian Kurz’un halihazırda mevcut antisemitizme ek olarak Avrupa’da yerleşik olan Müslüman ülke vatandaşlarının da antisemitizmi Avrupa’ya ithal ettikleri ifadesini yukarıda dile getirilen tutuma örnek, ustalıklı bir manipülasyon olarak nitelemek gerekmektedir. Daha önceleri aşırı sağcı FPÖ lideri Heinz-Christian Strache’nin de zaman zaman müracaat ettiği bu manipülatif yöntem her ne kadar FPÖ için henüz işe yaramamış görünse de son tahlilde Kurz liderliğindeki Avusturya açısından faydalı olduğu aşikardır.

Hatırlanacağı üzere 2000’lerin başında Avusturya yine ÖVP-FPÖ aşırı sağcı bir koalisyon hükümet nedeniyle başta AB ve İsrail olmak üzere dünyanın önemli bir kısmı tarafından siyasi ambargo ile karşılaşmıştı. 2000’lere nazaran şimdiki hükümette yer alan aşırı sağcı FPÖ’nün etkisini daha da arttırmış olmasına rağmen ne AB ülkelerinden ne de İsrail’den çok ciddi tepkiler gelmemesi, Netanyahu’nun Kurz’un düzenlemiş olduğu konferansa katılma kararı alması ve Avusturya içi ve dışından çok sayıda üst düzey şahsın katılım göstermesi oldukça dikkat çekici gelişmelerdir. Bu çerçevede Kurz’un, Avusturya Nazilerinin İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımındaki rolüne kısaca değinerek manipülatif amaçlı olarak ‘‘ithal antisemitizm’’den bahsetmesi de başta İsrail olmak üzere dünya siyonistleri ile Avrupa’nın yeni elitlerinin aralarındaki husumeti gidermeye başladıklarını ve ortak düşman olarak Müslümanları benimsediklerini göstermektedir.

Önümüzdeki süreçte Müslümanların, Avrupalıların geçmişteki günahlarını aklayacak bir mekanizmanın taşları haline dönüştürüleceklerini çok daha fazla müşahade etmemiz kaçınılmazdır. Aynı şekilde konferansın düzenlendiği günlerde Kurz-Strache hükümetinin hazırladığı bir yasa tasarısına göre önümüzdeki yıldan itibaren -özel ya da kamu ayrımına gidilmeksizin- ülkede uygulamaya konulacak olan 10 yaşından küçük çocukların başlarını örtmelerinin yasaklanması Avrupa Müslümanlarının yeni Yahudiler olarak görüldüğünü anlamak için çok fazla söze yer bırakmamaktadır.

– Bir pilot bölge olarak Avusturya’nın rolü

Avusturya’da uzun yıllar yaşayan yabancıların birçoğunun gözlemleriyle sabittir ki eğer Avusturya’da sosyo-ekonomik anlamda önemli bir adım atılıyorsa bir müddet sonra benzeri bir adım Almanya’da da kendini gösterecektir. Almanya ve dahi Avrupa için bir pilot bölge olarak nitelenmeyi hak edecek bir şekilde Avusturya son dönemde de gerek mülteci krizindeki gerekse Müslümanlarla ilişkisindeki tutumuyla dikkat çekici bir şekilde öncü rol oynamaktadır. Bu minvalde adım adım bütün siyasal pozisyonların aşırı sağcıların kontrolü altına girdiği, ülkenin güvenlik bürokrasisinin FPÖ’ye teslim edildiği Avusturya’da, anti-semitizm ve anti-siyonizm karşıtı bir konferansın düzenlenmesinin, hükümet kurulduğundan beri baskı altında olan ve meşruiyet ihtiyacı içerisinde olan ÖVP’li Sebastian Kurz açısından pragmatik bir hamle olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte konjonktürel dile uygun pragmatik tutumun dışında gelişen yapısal bir meseleyi de dikkatten kaçırmamamız gerekmektedir.

Bilindiği üzere Batı'da bazı çevreler tarafından 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren Müslüman topluluklar tedricen düşman ve öteki olarak konumlandırıldılar. Zamanla bertaraf edilmesi gerekenler kategorisinde yer alacaklarına dair hiç bir şüphe duymadığımız Müslümanlar, artık Batı dünyasında İkinci Dünya Savaşı’nın başkurbanları Yahudilerin yerine geçmiş durumdalar. Bu çerçevede Avusturya da 2015 yılında çıkarılan ‘İslam Yasası’ aracılığıyla üzerine düşeni yaparak Müslümanları ya ‘Avusturya İslamı’nı kabul etmeye ya da ötekileştirilmeye razı olacakları bir ikileme sürüklemeye çalışmaktadır. Bu noktadan hareketle halihazırda Batı dünyasında oldukça dikkat çekici bir uzlaşının zemininin oluşturulduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.

Asimile olmayan Müslümanların ötekileştirilmesi temelinde bir araya gelen aktörlerin Amerikalı ve Avrupalı aşırı sağcılar ile siyonistlerin olduğu giderek belirginleşmektedir. İlk bakışta paradoksal bir durum gibi görünen söz konusu işbirliğinin ilk adımları Amerika kıtasında Neoconlar ve Evanjelistler öncülüğünde atılırken, Avrupa kıtasında ise Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi (RN) ile Avusturya Başbakan Yardımcısı ve aşırı sağcı Heinz-Christian Strache’nin yönetimi altındaki Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) bu role talip olmuşlardır. Marine Le Pen izlediği stratejinin başarıya ulaşması için babası Jean Marie Le Pen’i partiden attırmaktan çekinmezken, Strache her fırsatta siyonistlere kendini beğendirmeye çalışmaktadır. Nitekim FPÖ’lü İçişleri Bakanı Herbert Kickl de partilerine uygulanan ambargo ve konferansa davet edilmeme kararına rağmen ‘‘Avrupa Değerleri, Hukuk Devleti, Güvenlik’’ başlıklı bir paralel konferans düzenleyerek siyasal islam karşıtlığının siyonistlerle ortaklaşılan temel düstur olduğunu vurgulamaktan çekinmemiştir. İsrail’in ve bu ülkeye bağlı siyonistlerin şimdilik FPÖ’lü milletvekilleri ile hiçbir iletişim içerisine girmemeleri ilk bakışta paradoksal olarak görülebilecekse de, aslında iki taraf arasında pazarlıkların henüz neticelendirilmediği ve özellikle siyonist tarafın dünya çapında sahip olduğu liberal-sol desteği kolaylıkla göz ardı edemediği şeklinde değerlendirilmelidir.

Yazıyı Netanyahu’nun Konferansa yolladığı video mesajındaki şu sözlerle bitirirken Batının yeni Yahudileri Avrupa Müslümanlarının geleceği hakkındaki kaygımızın yersiz olmadığını hatırlatmak isterim: ‘‘Holokost Auschwitz’in gaz odalarında başlamadı.’’

[Avusturya ve Almanya iç siyaseti alanında uzmanlaşan Kazım Keskin halen Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmasına devam etmektedir]

ALATURKA AİLESİ ÜYELERİ NE DİYOR?