ANALİZ – ABD başkanlığı seçimi ve siyasi liderliğin güç kapasitesi

İSTANBUL (AA) -GÖKHAN ÇINKARA- Siyasal sistemlerin en önemli unsurlarından biri liderler olsa gerek. Siyasal liderlerin iktidarlarını tesis ettikleri coğrafyada, doğrudan veya dolaylı olarak toplumların kaderini etkiledikleri düşünülür. Siyaset bilimciler liderlerin etkileri ve nitelikleri konusunda kafa yormuşlar ve onları belirli tipolojilere yerleştirmişlerdir. Thomas Hobbes’a göre siyasal liderlik “Leviathan” tarzı dizginlenemez bir güç formuna bürünebilir. Bu açıdan liderlik, onun gibi düşünenlere göre, güç ve nüfuz yönünden kısıtlanması gereken bir kurumdur. Diğer yorumculara göre siyasal liderlik, kişisel niyet ve yetenekleri aşacak şekilde, geniş güçlerce belirlenen bir duruma işaret eder.

Yirmi birinci yüzyılın ilk on yılı dünya üzerinde karizmatik liderlerin yükselişiyle tanımlanabilir. Siyaset bilimciler karizmatik liderlerin merkezde olduğu ve halka yönelik siyasetin esas girdi olduğu bu politik stile “popülizm” adını veriyorlar. Popülizm üzerine epeyce yazılıp çizilse de, günün sonunda, burada temel tartışma hatları halk ve yöneticiler arasında yükseliyor. Liderlerin söylem ve pratikleriyle sıradan halkın gündelik ve yalın taleplerinin ve bunları şekillendiren arzuların siyaset yapmanın temel kodu olduğu konusunda mutabakat vardır.

Günümüz siyasetinde liderlerin gerçekten de süreçlerin, olayların ve dönüşümlerin temel aktörü olup olmadığı önemli bir sorudur. Liderlerin mutlak muktedirliği, hakimliği ve bilgeliği, popülist siyasette iyice belirginleşen bir hal olarak, halk düzeyinde ön kabul gören bir gerçeklik olarak öne çıkıyor. Liderlere atfedilen bu derece güçlü olma durumunun gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ise buradaki temel tartışma sorusu. Liderler gerçekten ülke içinde ve dışında vuku bulan hadiseleri yönlendirme konusunda güce sahipler mi? Liderlerin karar verme süreçlerini sınırlandıran iç ve dış faktörler neler? 2020’lerin dünyasında siyasi liderlik nereye doğru evriliyor? Esasında tüm bu sorular, siyasal temsil yetkisi verdiğimiz liderlere yönelik bakış açımızı dönüştürebilen yanıtları da içeriyorlar.

Liderlerin demokratik temsil siyasetinde esas olarak üstlendikleri misyon, bürokratik kurumların koordinasyonunu sağlamak ve buna yönelik politika ortaya koyarak kurumların, elitlerin ve halkın mobilizasyonlarını temin etmek olarak görülür. Bunu yaparken yerleşik elitlerin hilafına bir pozisyona konumlanmak ise temel siyasi güdü olarak sivriliyor. ABD’de Donald J. Trump, Macaristan’da Victor Orban ve Birleşik Krallık’ta Boris Johnson bu tipte liderlere örnek teşkil ediyor.

Bu siyasi figürlerin ortak özelliğini, halk tabakalarından gelmemelerine rağmen halkçılık iddialarının kuvvetli olması oluşturuyor. “Elit çevrelerden gelen bu siyasi figürler nasıl oldu da halkçı siyasetin başat aktörleri oldular” sorusu bu noktada anlamlı gözüküyor. Ayrıca bu liderlerin ülkelerine yakından bakıldığında, dış politikadaki istikrar istekleri ve coğrafi genişleme arayışlarının, iç politik bileşenlerde görülen kutuplaşmayla eş güdümlü ilerlemediği görülüyor. Küresel siyasi ve ekonomik gerçeklik, bu ülke liderlerini toplumsal reform projelerine de zorlamıyor. Trump’da görüldüğü gibi, dış tehditlere sürekli yapılan vurgu, iç adaletsizlikleri ve aksaklıkları örtmede kullanışlı bir araç olarak kullanılmakta. Trump, Orban, Johnson ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu halk kitleleri içindeki duygu kümelerini kendi siyasi sermayelerine bükmede mahirler. Kişiliklerinin getirdiği çekicilik, kahramanlık halesiyle birleşince, siyasi liderliği bir başka boyuta taşıyorlar. Trump’ın “kurtarıcı” (savior) olarak görülmesi veya Netanyahu’nun “kral” (meleh) olarak imlenmesi, halkın liderle kurduğu ilişkide ona atfettiği temel misyonun ana normunu vermesi açısından kritik önemde.

Mevcut küresel siyasi ve iktisadi sistemin dramatik bir değişikliğe doğru yol aldığını söylemek mümkün. Özellikle 2008 finansal krizinin küre çapında etkili olmasıyla, finans merkezli kriz hali derinleşerek sınıfsal yerinden edişlerle ve üretim araçlarını değiştirerek toplumsal katmanlara sızmaya başladı. Bu ise siyasetin içeriğini ve dinamiklerini yerinden etti.

2008 krizinin ardından mevcut elitlere karşı yükselen toplumsal ve lider yönelimli tepkiler, esasında bu kriz halinin bir yansıması olarak da okunabilir. 2008 kriziyle, uzmanlaşmaya şüpheyle bakılmasına ve radikal çözümler sunulmasına yönelik taleplerin popülerleştiği görüldü. Küresel aktörlerin siyasal temellerinde görülen istikrarsızlık, temel politik durum haline gelmişe benziyor. İstikrarsızlık, uzmanlaşmaya yönelik şüpheler ve radikal çözümlere duyulan arzu, liderlerin seçilmeye yönelik stratejilerini şekillendiren başat faktörler olarak öne çıkıyor.

Yirmi birinci yüzyılda liderliğin güç kapasitesini sorgulamak, aslında temsili demokrasinin kurumsal etkinliğini test etmek anlamına geliyor: Temsili demokratik kurumların siyasal gücü toplumsal meşruiyeti besliyor. Liderliğin kurumlar vasıtasıyla dengelenmesi, belirlenmesi ve sınırlandırılması istikrarlı bir yönetim şekli sunsa da, bir süre sonra gündelik işlerin yeteri kadar hızlı ve düzgün işletilmemesi sonucunu doğuruyor. Bir yanda mekanikleşen liderlik, diğer yanda dinamik toplumsallık, birbirleriyle gergin bir ilişki tesis ediyorlar. Trump’ın yükselişinde de bu tür bir sistemin etkili olduğunu söylemek mümkün.

Bugünlerin dünyasında siyasal liderlik hem kurumlarla hem toplumla hem de geniş anlamda küresel sistemle baş etmek zorunda. Küresel sistemin geniş ve karmaşık yapısı siyasal liderliği pragmatik ve gerçekçi olmaya itiyor. Dış ilişkilerin jeopolitik ve ekonomik niteliklerinin gözden kaçırılmaması hassas dengeleri de ortaya çıkarıyor. Dış ilişkilerde görülen bu düzen arayışı iç siyasette ise gerekli bir şart olarak görülmüyor. ABD’de siyahi George Floyd’un polis şiddetine kurban gitmesi sonrasında yaşanan şiddetli iç gerginlikler, Çin’in Hong-Kong’la girdiği güç mücadelesi, Rusya’nın mevcut liderliğinin siyasi muhalefeti bastırma çabaları, bu açıdan öne çıkan başlıklar olarak görülebilir.

Siyasal liderliğin karizmatik çekiciliği toplumsal mobilizasyonu sağlarken, elde edilen siyasi iktidar ise bürokratik süreçlerin ilerletilmesinde temel faktör oluyor. Peki, bunlar makro düzeyde bir şeyleri değiştirmeye yetecek kadar etki yaratıyor mu? Liderliği kısıtlayan faktörler dünyanın küreselleşmesiyle her geçen gün genişliyor. Karmaşıklaşan dünya siyaseti, toplumun değişen demografik, kültürel ve psikolojik bileşenleri ve daha da önemlisi teknolojik ilerlemeler, önderlik etmenin anlamını ve kapsamını belirliyor. Tüm bu gerçeklikler, siyasetin, tek başına bir kişinin baş edebileceği kapasiteyi aşan bir düzeye ulaştığını gösteriyor. Bilişimde, toplumda, finans piyasalarında ve iklimde görülen değişimler, teknik bilginin hâkim olduğu işbirliğini ve kolektif süreçleri gerekli kılıyor.

ABD başkanlık seçimlerine geldiğimiz bugünde, tüm bu faktörleri göz önünde tutarak, esasında başkanın kim olduğundan ziyade, tarihsel bloklaşmalara, kültürel yapılara ve jeopolitik dengelere bakmanın, liderin kararlarının yönünü tahmin etmede daha faydalı olacağını söyleyebiliriz. Yüzlerce yıllık bir geçmişin getirdiği gelenekler sadece bireyler arası ilişki setlerini belirlemekle kalmıyor, devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin genetiğini de kodluyor. Bu açıdan bakılınca, en fazla sekiz yıllık bir süre için seçilen başkanlar, karar vericiliklerini, ABD’nin siyaset, hukuk ve güvenlik bürokrasisinin sıkışmışlığında ve protokollerinde icra etmek zorundalar. Bir anlığına bu kurumların olmadığını bile düşünsek, liderin verili kültürel dengeler ve toplumsal oluşlar içinde belirli kararları vermek zorunda kalacağını söyleyebilirdik. Bu tür sınırlılıklar, liderler üzerine odaklanmaktansa kurumsal çerçeveye yoğunlaşmanın tercih edilebilir olduğunu bize gösterebilir. ABD siyaseti için de aynı durumun geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Sürekli başkana odaklanmak, bizleri kişisel niteliklerin, süreçlerin esas belirleyicisi olduğu yanılsamasına götürebilir. Şüphesiz ki başkanın yürütmeye dair görev ve yetkileri vardır. Fakat bu yetkilerin ulusal siyasetin yönünü belirleme konusundaki etkisinin sınırlı olduğu rahatlıkla söylenebilir.

ABD’de de ekonomik eşitsizlikler, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisi ve güvenlik tehditleri her geçen yoğunlaşıyor ve genişliyor. Birbirine bağlı ve aynı zamanda tahmin edilmesi güç bir süreçle baş etmek, ABD başkanını ve onun yetkilerini aşıyor. Peki, öyleyse ABD başkanlarından beklenti ne olmalı? ABD başkanları ulusal siyasette kendilerine ait siyasi, ekonomik ve jeopolitik vizyonlarına halk desteği elde etme imkanına sahipler. Böylece yasama organlarından destek alarak başkanlık süreleri içinde bir dizi geniş kapsamlı politikaya imza atabilirler. Bu açıdan bakılınca Trump veya öteki aday Joe Biden’ın seçilmesinin çok da önemli olmadığı ifade edilmeli. Başkanların temel misyonu makro süreçlerle, küresel ekonominin gerçekleriyle ve toplumsal yapıyla sınırlanıyor.

[Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Center’da ve Brandeis Üniversitesi Schusterman Modern İsrail Araştırmaları Merkezi’nde misafir araştırmacı olarak bulunan Dr. Gökhan Çınkara İsrail, Filistin siyaseti, Yahudi dünyası ve Orta Doğu toplumları ve siyaseti konularında akademik çalışmalar yürütüyor]

ALATURKA AİLESİ ÜYELERİ NE DİYOR?